Yazarımız Sadık Uslu insanlığı bir araya getiren ticaretin zamanla yerini alan emperyalizmin temelini oluşturan para sisteminin değişmesi gereğini ele alıyor.
26 Mayıs 2025 Sadık Uslu
Dünya, devletler açısından, tarih boyunca güç, zenginlik ve egemenlik arayışı üzerinden şekillenen bir mücadele sahası olmuştur. Bu arayış, eski çağlarda fetihler, işgaller gibi toprak temelli siyasi hegemonya üzerinden kendini gösteriyordu. Krallar, imparatorlar ya da devletler, güçlerini geniş coğrafyalara yayılmakla ölçüyor, ekonomik çıkarlarını yayılabildikleri topraklardaki kaynakları ele geçirerek sağlayabiliyordu. Toprak, tarım, madenler ve ticaret yollarını kontrol etme gibi kaynak ve stratejiler bir devletin hakimiyetinin temel göstergeleriydi. Fetihler ve savaşlar, ekonomik çıkar sağlama ya da çıkarların korunmasına yönelik doğrudan bir etki olarak görülürdü. Ancak bu model, yüksek maliyetli ve bir o kadar da riskliydi.
Savaşlar, çoğu zaman uzun seferler gerektiriyordu. Bu da ele geçirilen toprakların yönetimi adına devletlerin maddi ve siyasi kaynaklarını tüketiyordu. Özellikle sömürü anlayışı, bu dönemde fiziksel ve doğrudan gerçekleşiyordu. Kolonyalizm, bunun en çarpıcı örneğidir: Avrupa devletleri, Afrika, Asya ve Amerika kıtalarında geniş toprakları ele geçirerek bu bölgelerin kaynaklarını talan ettiler. Yerel halkları köleleştirerek, zenginliklerini kendi metropollerine taşıdılar. Bu süreç, direniş, isyanlar ve uzun vadeli istikrarsızlık gibi sorunları da beraberinde getirmişti. Oysa Osmanlı’da tebasına katma anlayışı farklı bir kültürel etkiyi oluşturuyordu. Osmanlının muhacirun politikası ve sonrasında uygulanan eyalet sistemi toplumlar ararsı onurlu bir entegrasyon modeli sunuyordu. Bu modelle bir yandan çıkarlar korunurken insanlık adına sınıfsal farklılıklar ve hak mahrumiyetleri yaşanmıyordu.
Kapitalizmin 18. ve 19. yüzyıllarda sanayi devrimiyle birlikte küresel bir sistem olarak yerleşmesi, bu dinamikleri kökten değiştirdi. Artık hakimiyet, sadece fiziksel kaynaklara sahip olmaktan değil, sermayeyi kontrol etmekten, üretimi optimize etmekten ve piyasaları domine etmekten geçiyordu. Toprak, önemini tamamen kaybetmese de, sermaye odaklı bir sistemde arka plana itilmişti. Güç unsuru, uluslararası ticari anlaşmalar, serbest ticaret bölgeleri, çokuluslu şirketler, patentler ve markalar üzerinden tanımlanmaya başlamıştı. Bu tanımlama üzerinde etkin olan devletlere emperyal devletler deniyordu. Böylece yeni bir ekolojik nizam doğmuştu: Emperyalizm…
Bir ülkenin madenlerini doğrudan işgal ederek ele geçirmek yerine, bir şirket o madenlerin işletme hakkını alabilir, kârın büyük kısmını mobilize edebilir, farklı noktalara aktarabilirdi. Buna karşın yerel ekonomilere ise asgari katkı sunabilirdi. Bu da süreç parantezi içerisinde kalabilir ve fiziksel işgalden çok daha az tepki çekebilirdi. Çünkü durum; görünürde “işbirliği” ya da “yatırım” olarak gerçekleşen bir sunumun temsilinden ibaretti. Esasen durumun, eski sömürü düzeninden pek farkı yok gibiydi. Sonuç itibariyle kaynaklar ve zenginlik, güçlü aktörlerin eline geçiyor, şirket adı altında çok uluslu konsorsiyumlar ile de zapturapt altına alınıyordu.
Bu yeni düzen, belki zayıf devletlerin toprak bütünlüğünü tölere edebiliyordu, ancak kaynaklarını ellerinden alıyordu. Artık; bir ülkenin fiziksel sınırlarını ihlal etmeye gerek duyulmadan, o ülkenin ekonomik ve siyasi egemenliğini çeşitli araçlarla ele geçirmek mümkündü. Uluslararası Para Fonu (IMF) ya da Dünya Bankası gibi kurumlar, borç ve yardım paketleriyle az gelişmiş ülkelerin ekonomilerini, kontrol edebiliyor ve yönlendirebiliyordu. Bu yolla, onların iç siyasetlerini, sağlık, eğitim ve kültürel faaliyetlerini de şekillendirebiliyordu.
Çokuluslu şirketler, yerel pazarları domine ederek küçük işletmeleri tehdit ediyor, onları yok ederek, potansiyel karlarını kendi avantaj alanlarına taşıyordu. Patent ve telif hakkı adı altında, teknolojik üstünlüğü elinde tutan bu örgütlere, diğer ülkelerin yenilik yapma kapasitesini kısıtlamasına göz yumuluyordu. Nihayet, serbest ticaret anlaşmaları ile bir ülkenin gümrük politikalarını belirleme özgürlüğü de elinden alınabiliyordu. Bu süreç, toplamda tüm devletlerin toprakları üzerindeki tasarruf hakkını adeta başka bir yapıya devrediyordu.
Eski dünyada, bir toprağı fethetmek için ordular gerekirdi; şimdi ise başlangıçta bir kalem ve bir anlaşma metni ve devamında bu sürecin tekrarına dayalı teammüller yeterli kalabiliyor.
Bu bilinçaltı dönüşüm, küresel ölçekte derin eşitsizlikler yaratıyor. Zengin ülkeler ve onların çokuluslu şirketleri, küresel ekonomik sistemin kurallarını belirlerken, az gelişmiş ülkeler bu kurallara uymak zorunda bırakılıyor.
Sanki; bir kumar masasını andırıyor. Onları, oturması ve kalkması yekpare bir zemine kilitliyor.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi kurumlar, serbest ticareti teşvik ederken, gelişmekte olan ülkelerin kendi sanayilerini koruma kapasitesini zayıflatıyor. Bu, bir tür ekonomik sömürgecilik olarak tanımlanabilir. Fiziki manada işgal olmadan, bir ülkenin ekonomik bağımsızlığı elinden alınabiliyor. Aynı zamanda, küresel markalar ve tüketim kültürü, yerel gelenekleri ve üretim alternatiflerini zayıflatarak kültürel hegemonyayı güçlendirebiliyor. Hollywood filmlerinden fast-food zincirlerine kadar, dayatılan bu kültürel yayılım, ekonomik egemenlikle eş zamanlı ilerler. Tıpkı; dünyayı biyolojik olarak şekillendiren istilacı popülasyonlar gibi. Sonuç olarak, sadece maddi kaynaklar değil, kimlikler ve yaşam biçimleri de küresel bir grup örgütün kontrolüne giriyor.
Bu yeni dünya düzeni, devletlerin ve toplumların egemenliklerini koruma mücadelesini yeniden tanımlıyor ve tanımlamak zorunda bırakıyor. Artık güvenlik meselesi, sadece fiziksel sınırları savunmaktan değil, aynı zamanda ekonomik bağımsızlığı ve kültürel kimliği de korumaktan geçiyor. Uluslararası anlaşmalara, patent sistemlerine ve çokuluslu şirketlere karşı kendi çıkarlarını savunmak için devletlerin bilinçli stratejiler geliştirmesi gerekiyor.
Eski dünyada fetihler, orduların gücüyle kazanılırdı; günümüzde ise ekonomik egemenlik, bilgi, teknoloji ve stratejiyle elde ediliyor. Bu konsept, bir yandan tehditler savururken, diğer yandan da yeni fırsatlar sunuyor.
Daha adil, doğru bir paradigma için, devletlerin ve toplumların bu dinamikleri anlaması, kaynaklarını ve haklarını korumak için ortak adımlar atması kaçınılmaz hal almıştır. Aksi takdirde, kapitalizmin gölgesinde, içi boşaltılmış bir “toprak bütünlüğü anlayışı” klişe bir formaliteden ileri gidemeyecek; aslolan “egemenlik anlayışı” ise sermayenin elinde, öze muhalif nüveler ihtiva eden farklı bir devletin dönüşümünü doğuracaktır.
Peki, bu yeni düzende var olabilmenin anahtarı niteliğindeki “egemenlik anlayışı” yeniden, nasıl inşa edilebilir?
İşte; esas soru bu…
Yalancı kağıtların kar/zarar hesabı hiçbir efendiyi azad edememiştir.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.